Dilin Serüveni

9.12.15 0 yorum


“Eğer ben bir sözcük kullanıyorsam” dedi Humpty Dumpty, biraz da küçümseyici bir tavırla, “hangi anlama gelmesini istiyorsam o anlamda kullanırım. Ne bir eksik, ne bir fazla!” “Ama sözcüklere bu kadar farklı anlamlar yüklemeye yetkiniz var mı?” diye sordu Alice. “Mesele, hangisinin en yetkin olduğuna karar vermekte” diye yanıtladı onu Humpty Dumpty. Alice’in kafası o kadar karışmıştı ki, ağzını açıp tek bir sözcük söyleyemedi. Humpty Dumpty devam etti: “Sözcüklerin kimi biraz kaprisli olur; özellikle yüklemler. Onlar en mağrurları. Sıfatlarla istediğini yapabilirsin, ama yüklemlerle, asla! Ama ben... ben hepsiyle başedebilirim tabii. Anlaşılmazlık! İşte söylemek istediğim bu!” “Anlayamadım, ne demek istediniz?” diye sordu yine Alice. “İşte şimdi akıllanmaya başladın” diye yanıtladı Humpty Dumpty kendinden çok memnun bir şekilde. “Demek istediğim, bu konu yetti artık!” (Alice Harikalar Diyarında / Aynanın İçinden, Lewis Carroll)
İşimiz Humpty Dumpty’e kalsaydı, bakkaldan ekmek almakta bile zorlanacak, belki elimizde ekmek yerine iki kutu şekerle dönecektik evimize. Ama Lewis Carroll’un dünyasından çıkıp kendi dünyamıza döndüğümüzde, Humpty Dumpty olmasa da ‘birilerinin’ anlamlarını önceden verdiği sözcükleri kullanarak, üstelik bunları da kuralına uygun şekilde bir güzel sıralayarak, teklemeden konuştuğumuzu, asıl önemlisi başkalarıyla sözlü iletişim kurabildiğimizi
görüyoruz. Bizi öbür canlılardan ayıran en önemli özelliğimiz de belki bu: Sözcüklerden oluşan bir köprüyle, bir başkasının zihnine ulaşabilmemiz, karmaşık etkileşim ağları, toplumlar kurabilmemiz.
Bu inanılmaz beceriyi; anlamlı sözcükleri sınırsız sayıda kombinasyonla, üstelik de ‘kuralına uyarak’ birbiri peşi sıra dizme yetisini nasıl kazandık? Bu kurallar bütünü nasıl oluştu? “Dil” adını verdiğimiz olgu, belki de tek bir anadille yola çıkarak günümüzde konuşulan binlerce farklı dile nasıl ayrıştı? Ve tabii, dili/dilleri gelecekte neler bekliyor?
Zamanımızın baskın dili İngilizce, 50 yıla kalmadan yerini belki de Çince ’ye bırakmaya hazırlanıyor. Yerel dillerin önemli bir bölümü kaybolma yolundayken, bir yandan da yeni melez diller ürüyor. Web sayfaları ve e-postalar, yazılı ve sözlü metinleri birbirinden daha zor ayrılır hale getirirken, bilim dili de bir çekişmenin ortasında. Bilimin gelişmesine paralel olarak sayıları artan alt-alan alanlar, özelleşmeye başlayan terminolojileriyle bir yandan birbirlerinden ayrılırken, bir yandan da birbirlerine giderek daha bağımlı hale geliyorlar.
‘DİL’ lerle konuşmak
Araştırmacılar, binlerce dünya dilini kapsayan ve bunlar arasındaki bağlantılarla örülmüş bir sınıflandırma tablosu oluşturabilmek için uğraşıyorlar.
Dünya dillerinin birbirleriyle bağlantıları konusundaki tartışmalar sürüyor. Greenberg’in akademik ardılları, tarih içinde geriye doğru iz sürerek bu dil ailelerinin atası olan ilk dillere erişebileceklerini iddia ediyorlar.
Greenberg’in   sınıflandırmasında olduğu gibi, Arapça, Eski Mısır dili ve İbranice’nin Afro-Asya dil ailesinden olması gibi kimi noktalarda görüş birli-ği var.



Pater’den Father’a
İçlerinde İngiliz hukukçu Sir William Jones’un da olduğu bir grup, 1700’lerin sonlarında yaptıkları çalışmayla Sanskritçe, Latince ve Yunanca arasında benzerlikler saptadılar ve bütün bu dillerin ortak bir kaynaktan gelebileceğini öne sürdüler. Bu, coğrafi olarak birbirlerinden uzak dillerin bile birbirleriyle ilgili olabileceği düşüncesini doğurdu.
Karşılaştırmalı yöntemde araştırmacılar, diller arasındaki bağlantıları bulabilmek için sistematik değişim örneklerine bakarak aynı sözcüğü birçok dilde arıyorlar. Örneğin, Latince’de p harfiyle başlayan birçok sözcüğün İngilizce’deki karşılığı f harfiyle başlar. İngilizce’deki “father” (baba) sözcüğü, Latince’deki “pater”; balık anlamına gelen “fish” sözcüğü de “pisces” sözcüğüne karşılık gelir. Bu yaklaşım, dillerle ilgili derinlemesine bilgi gerektiriyor; çünkü, araştırmacıların dillerin birbirlerinden ödünç aldıkları ve paralel olarak evrimleşmiş sözcükleri tanıyarak, onları ayıklamaları gerekiyor. Paralel gelişen ya da evrimleşen sözcükler, genellikle “guguk” ya da bebeklerin konuşmasından doğan “baba” gibi ses benzeşmesiyle ortaya çıkan sözcüklerdir.
Bununla beraber, İngiltere’deki Sheffield Üniversitesi’nden dilbilimci April McMhon, karşılaştırmalı yöntemin işlediğini söylüyor. Bu yöntem, örneğin, Hintçe, Rusya ,İngilizce ve İran dilleri gibi bazıları birbirinden çok uzak görünen 150 dilin dahil olduğu Hint-Avrupa dilleri arasında yakın bağlantılar ortaya çıkardı.
Greenberg başka bir yaklaşım benimsedi. Çalışmasında daha çok, sayı ve adılları da içeren birkaç yüz sözcüklük “çekirdek” bir sözcük dağarcığına bağlı kalıyordu. Bunların yeni diller doğduğunda da korunduğu ve bu sözcüklerdeki değişimlerin başka dillere temel başkalaşımlar biçiminde yansıdığını düşünüyordu. Birçok dildeki “aynı” sözcükleri karşılaştırdı; hem bu yaklaşım, dilleri çok iyi biliyor olmayı da gerektirmiyordu. 1950’lerde 2000 Afrika dilini 4 sınıfa ayırdı: Hemen hemen tüm sert ve “tıkırtılı” sesleri içeren Koisan; 1436 dili kapsayan Bantu ya da Nijer-Kongo; Eski Mısır dili, İbranice, Arapça ve diğerlerini içeren Afro-Asya; Sudan ve Orta Afrika dillerinden oluşan Nilo-Sahra. Birçok dilbilimci bu çabasını ayakta alkışladı; Barr “Yaptığı şey çok heyecan verici görünüyordu; çünkü, hiç kimse bunu yapmayı başaramamıştı” diyor.
Greenberg, dünyadaki 7000’den fazla dili yaklaşık 17 “aile” içinde sınıflandırabileceğine   inanıyordu.

Dilbilim Hayaletinin İzini Sürmek



Danimarkalı dilbilimci Holger Petersen ve daha sonra da Rus dilbilimcilerin öne sürdüğü Nostratik üst ailesinin varlığını kabullenmişlerdi. Onları n görüşüne göre Nostratik, Hint-Avrupa, Ural (Kuzeydoğu Avrupa’da konuşulan), Kuzey Afrika ve Sami dilleri, Dravidiyen (Güney Hindistan’dan) ve Altay (Orta Asya’dan) dil ailelerini kapsıyordu.

Ruhlen ve diğerleri üst aile hayaletlerinin modern sözcük dağarcıklarında ustaca gezindiklerini söylüyorlar. Örneğin, kökeni eli temsil eden “five” (beş) sözcüğünü ele alalım. Sözcük ilk başta eski Hint-Avrupa dilinde “penkwe”ymiş sonra “pnkwstis” olmuş ve Ural köklü dillerde “peyngo”
ve Türkçe’nin de dahil olduğu Altay ailesinde “p’aynga” biçimini almış. İlk-Hint-Avrupa dilinde “penkweros” parmak, Yunanca’da “pente”, Latince’de “quinque” ve Sanskritçe’de “panca” olmuş.
Bu değişimlerden yola çıkarak Wayne State Üniversitesi’nden Manaster Ramer, belki 12.000 yıl önce konuşulan Nostratik’te buna karşılık gelen ilk sözcüğün “pyngo” olduğu sonucuna varmış.
Nostratik yerine, Ruhlen ve diğerleri bir başka ve çok benzer üst aileyi savundular; 4 yıl önce Greenberg’in önerdiği ve İngilizce, Moğolca, Sibiryaca ve Japonca gibi ayrı dilleri barındıran Avrasyatik.  Avrasyatik her ne kadar farklı bir dil ailesi alt grubunu barındırsa da, ikisi de Hint-Avrupa ve Altay dillerini içerirler. Bu analizde Greenberg, ailelerdeki sözcüklerde bulunan ince benzerliklere işaret ediyor. Örneğin, köpek ya da kurt cinsine (canine) ait sözcükler birbirine benzer ve benzer sesle başlarlar: İlk-Hint-Avrupa’nın eski türünde, köpek anlamı na gelen sözcük, “kwon”muş; kurt, Proto-Ural dilinde “küjnä” ve bir Rus dili olan Gilyak’ta da köpek “qan”mış. Greenberg, Ruhlen’le birlikte, Güneydoğ u Asya ailelerini içeren Avustrik gibi diğer üst aileleri saptamayla da uğraştı.

Ringe “Diller, birçoğunun kaybolmasına yetecek kadar uzun zaman önce evrimleştiler” diyor.
Ringe’e göre, Greenberg’in işaret ettiği benzer ilk harşer, çok da önemli olmayabilir.

Uzak geçmişe gitmek, dillerdeki değişim oranı farklı olduğu için de zor. Örneğin, İzlanda’daki çocuklar yüzyıllar önce yazılmış bir yazıyı rahatlıkla okuyabilirken, İngiliz çocuklar için aynı şey söz konusu değil. Bu nedenlerle, birçok tarihsel dilbilimci, M.Ö. 5000’den önceki dil değişiklikleri verilerini kabul etmezler; yazılı olmayan diller için de çok fazla geri gitmek konusunda emin değillerdir.

Gelen Yazanlar

Stanford  Üniversitesi’nden Luigi Luca Cavalli-Sforza, genetik yapıları benzer kişilerin, dillerini de paylaşma eğiliminde oldukları düşüncesini ileri sürdü. Örneğin, Greenberg’in aynı gruba
dahil ettiği Bantu dillerini konuşanlar, benzer genetik gruplardan geliyor. Cavalli- Sforza, Amerika’da 4 genetik grup tanımlı- yor. Bu ayrılmanın ilk kolu (dolayısıyla da genetik olarak en uzak olan) Na-Dene dillerini konuşanları, diğerleriyse Greenberg’in adlandırdığı gibi Amerikan yerli dillerini kapsıyor.

“Genetik-dil bağlantısını kurcaladıkça, dil ağaçlarıyla, biyolojik ağaçlar arasında
kopukluklar bulduk” diyor Max Planck Enstitüsü’nden Bernard Comrie. Cavalli-Sforza da benzer istisnalar buldu; örneğin, Etiyopyalı lar genetik olarak diğer Afrikalılar’a benzer olsalar da, dilleri Orta Doğulular’ınkine yakın.

Bu farklılıkların bir nedeni, genler ve dillerin aynı zaman çizelgesini izlemiyor oluşu olabilir. Bir toplumda, genetik bir farklı- lığın ortaya çıkması için birçok kuşağın gelip geçmesi gerekirken, anadil çabucak “istilacı” bir dille yer değiştirebilir. Cape Town Üniversitesi’nden Nigel Crawhall “genlerinizi değiştiremezsiniz, ama dilinizi değiştirebilirsiniz” diyor. Dil değişimi
yalnızca savaş gibi olağan dışı olaylarla gerçekleşmez; Etiyopya’da olduğu gibi, ticaret ve farklı gruplardan insanlarla yapılan evlilikler de benzer etkiyi doğurabilir.

Tüm yanıtların anlaşılması güç de olsa, dilbilimsel tarihi anlama serüveni heyecan yaratmaya
devam ediyor. Dilbilimciler, yok olan dilleri belgelemeye çalışırken genetikçiler veri tabanları-  nın çeşitliliğini destekliyorlar. Ayrıca birkaç araştı rmacı, verilerini analiz etmek için yeni yöntemler
geliştiriyor. Örneğin Ringe, dil evrimi konusunda uygun senaryolar kuran bilgisayar destekli dilbilim
modelleri üzerinde çalışıyor. McMahon ve meslektaşları, evrimsel biyologlarca kullanılan karmaşık
yöntemleri, organizmaları gösteren ağaçları izleyerek diller arasında bağlantılar kuramaya uyarlıyorlar. Ringe, bu yeni tekniklerin, tarihsel dilbilimcilerin her geçen yıl sayılarının azalması eğilimini de tersine çevireceğini umuyor. Crawhall “ne de olsa herkes dillerin birbirleriyle nasıl bağlantılı olduğunu merak ediyor” diyor.


Köklerden Göklere
Eğer günümüzün rahiplerinden biri, 11. yüzyıl İngilizce elyazmalarından biri olan “The Lord’s Prayer”ı (Tanrı’ya Yakarı ş) okumaya kalksaydı, Tanrı’nın yardı mı olmadan onu anlayamazdı! “Heofonum” (Heavens, Gökler) ve “yfele” (evil, kötü) gibi, bir şeyler çağrıştırabilen sözcükler
dışında, metnin büyük bölümü ona hiç bir şey ifade etmeyecekti. Hatta, metnin birebir yapılan çevirisi sonucunda ortaya çıkan “Our daily bread give us today” (bizim günlük ekmeğimiz bize
 verin bugün) gibi gramer yapısı bilmeceden farksız cümlelerle baş başa kalacaktı.

Araştırmacılar, dillerin genellikle binlerce yıl içinde yavaşça evrimleştiğini
düşünseler de, birkaç yüzyıllık bir dönemde oluşan değişimler, ortaçağdan
bu yana bilimadamlarının kafasını karıştırdı. İngiliz yayımcıların önderlerinden
William Caxton, 600 yıllık bir metni okumaya çalıştıktan sonra 1490 yılında şu sözlerle yakınıyor: “Kesinlikle bu, İngilizce’den çok Almanca yazılmış gibi. Anlayamadığım gibi, anlaşılır hale de getiremedim.”

Bu tür metinlerin karşılaştırmalı olarak incelenmesi, araştırmacılara dilin nasıl bir evrimsel yoldan geçtiğini bulmalarında yardımcı oluyor. Dilbilimciler, yazılı tarihte, sözcüklerin ve gramerin geçmiş 1200 yıllık evrimini inceleyerek, dillerin gelişiminin ardındaki genel prensipleri anlamayı umuyorlar. Philedelphia’daki Pennsylvania Üniversitesi’nden dilbilimci Anthony Kroch, dil ve dildeki değişimlerin 50.000 yıl boyunca aynı şekilde değişim gösterdiğini varsayarsak, modern dildeki değişimlerin, erken dönemde dillerin değişerek birbirinden nasıl ayrıldığına ışık tutabileceğini söylüyor.

Vikingler’in Sesi

Dilbilimciler, dildeki değişimi bir paradoks olarak görüyorlar. Çocuklar, dili anne-babalarından, onlarla iletişim kurabilecek biçimde öğreniyorlar; dilin bir şekilde değişmesi için bir neden yok gibi
görünüyor. Ancak, değişimin biçimi ve hızı dile göre değişse de, tarihteki metinler değişimin yaygın olduğunu gösteriyor. Klasik bir örnek gösterirsek, 10. yüzyılda İngilizce, günümüzde Almanca’da geçerli olan nesne-eylem yapısına sahipti. Buna göre cümleler şu şekilde kuruluyordu: “Hans must the horse tame” (Hans zorunda atı ehlileştirmek). 1400’lü yıllardaysa, nesne-eylem yapısı İngilizce’de bildiğimiz “Hans must tame the horse” (Hans atı ehlileştirmek zorunda) şeklinde kullanılıyordu. Almanca, basit gramer yapısını korurken, Fransızca da İngilizce’ dekine benzer değişimi 16
yüzyılda yaşadı.

Washington DC’deki Georgetown Üniversitesi’nden dilbilimci David Lightfoot’a göre, geniş ölçekli dil dönüşümünü anlamanın anahtarı, bir kuşakta yayılan yeni biçimlerle, kuşaklar boyunca oluşan büyük gramer kaymaları arasındaki bağlantı. Bu bağlantı, ona ve birçok başkasına göre, bir dilin kazanımı demek. Çocuklar, bir önceki kuşakta oluşan bir değişimi basitçe ileriye taşıyabilirler. Ancak, Lightfoot’a göre bundan da önemlisi, çocukların öğrenim süreçlerine bağlı olarak
bir gramer kuralını farklı yorumlayarak değişimlere bizzat neden olabilmeleri. Yetişkinler gibi, bir şekilde farklı bir gramer sistemini kullanmaya başlayabilirler. Kuşaklar boyu tekrarlanan bu durum,
dilin dramatik bir şekilde yenilenmesine yol açabilir.

Dillerin Geleceği


Dünyadaki dil sistemi, nüfus hareketliliği, yeni teknolojiler ve uluslararası iletişimin artmasına bağlı olarak hızlı bir değişim sürecine girmiş bulunuyor. Bu değişikliklerin hem yazılı hem de
sözlü iletişimi etkileyeceği ise kesin. Gelecekte baskın hale gelen dil, belki de İngilizce olmayacak;
çok dil bilme gerekliliği de büyük olasılıkla artacak. Bazı diller kaybolma yoluna girerken, şehirler ve bazı toplumsal birimlerdeyse yeni diller ortaya çıkmaya başladı bile.
Çeşitlilik Yok mu Olacak?

Dillerden bir kısmı, geleceğin dünya sıralamasında yüksek konumlar için birbirleriyle kapışadursun
listenin tabanındaki üyeler için durum pek parlak değil. Birçok dilbilimciye göre, günümüzde var olan yaklaşık 6000 dilden % 90 kadarı da kuruyup gidecek. Hem de önümüzdeki yüzyılda. Bu, belki de her gün en az bir dilin ‘ölümü’ demek.

Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın (UNEP) 2001 yılında yayımladığı bir basın bildirisi,
şöyle bir bölüm içeriyordu: “Bir dili ve o dilin kültürel içeriğini kaybetmek, doğal dünyayla ilgili ve başka örneği olmayan bir başvuru kitabını kaybetmek gibi bir şeydir.” Bildiride yerel dillerin, o bölgedeki toprak yönetimi ve kültürel yaşamla bağlantısı, ve bu yaşam biçimini derinlemesine
anlamaya yaptığı katkı üzerinde de duruluyordu.

Ancak, bir yandan yerel ve görece eski diller kaybolurken, bir yandan da ortaya çıkan yeni
kentsel ve melez dillerin, küresel çeşitliliği koruması bekleniyor. Kentler, dillerin birbirleriyle karıştığı ve dil değişiminin hızlandığı yerler. Dünyanı n hızlı gelişmekte olan kentsel bölgeleriyse, bu
yeni melez dillerin üremesi için ideal koşulları sağlıyor; tıpkı İngilizce’nin, dünyanın dört bir yanında konuşulan yüzlerce yeni biçimi gibi. Ancak, göçmen dillerinin ayakta kalmasını sağlayan da
yine geleceğin kentleri olacak. Etnik azınlıklar, şimdilerde büyük ölçüde kendi yurtları dışında yaşayan insanlardan oluşuyor. Bu kişiler birlikte yolculuğa çıkıyor, aynı film ve televizyon kanalları
nı seyrediyorlar ve sürekli bir iletişim halindeler. Sonuçta, birçok bölgede dilin yansıttığı toplumsal
kimlik ve ağlar, giderek daha dağınık ve coğrafyadan da daha bağımsız duruma gelmekte.
Bu nedenle, birbirlerinden coğrafi sınırlarla ayrı- lan lehçelerin iyice azalacak olması da, öngörüler
arasında.

İngilizce gibi ‘büyük’ diller de bu arada, ancak üst düzey ve seçkin örneklerinin halka erişmesini
garantilemiş olan dilbilimsel bekçilerini hızla yitirmekteler. Yeni teknoloji ve teknikler
(sözgelimi, artık dergilerin neredeyse ev bilgisayarlarında bile düzenlenip basılabiliyor olması),
dilin “doğru” kullanıma bakış açısının yavaş yavaş değişmesi, yayın ekonomisindeki değişiklikler
vb, standartların bozulmasına yol açmış durumda. Yazılı dil, artık daha çok konuşmanın ölçütlerini
yansıtıyor; sözlükler artık en son argo sözcükleri de kapsıyor, çünkü bunlar gazetelerde
bile var. E-posta diliyse arada. Yazılı bir dil mi sayılacak, yazıya dökülmüş konuşma dili mi? Yoksa
yeni bir ‘gayrı resmi’ yazı türü mü?

Çok-Dilli Bir Gelecek

Geleceğe dil açısından bakan birçok kişiye göre, bütün dünya yakında İngilizce konuşuyor
olacak. Ancak kökleri 19. yüzyıla dayanan bu görüş, yine birçoklarına göre de gününü geçirmiş.
İngilizce’nin, dünyanın yeni dilbilimsel düzenini biçimlendirmede büyük rol oynayacağından kuşku duyulmasa da, asıl etkisinin, dünyanın her yerinde iki, hatta çok dil konuşan nesiller yaratmada olduğu düşünülüyor.
ABD’de İspanyolca konuşanların sayısındaki artış, iki-dilliliğe doğru giden çok daha geniş,
küresel eğilimin bir parçası. Avrupa’daysa, kuzeyden güneye uzanan bir İngilizce dalgası yayılımı
ş durumda. İsveç, Danimarka ve Hollanda nüfusunun yaklaşık % 80’i, şimdi rahatlıkla İngilizce’yi akıcı biçimde konuşabildiği iddiasında. Fransa, bu konuda bir geçiş sürecindeyken İtalya, İspanya,
Yunanistan ve Portekiz’deyse İngilizce öğrenme yarışı hız almış durumda. Bu ülkelerde öğrenci ve çalışan kesim artık İngilizce ‘konuşur’ sayılıyor. İngilizce, artık bilgisayar gibi, ilköğretimin bir parçası. Asya’nın birçok bölgesindeki işverenlerin gözleriyse, artık İngilizce’nin
ötesinde; önümüzdeki 10 yıl içinde de, zorunlu ikinci dil büyük olasılıkla Mandarin dili olacak.
İngilizcenin yanısıra başka temel dillerin de geleneksel sınırlarını aşarak yayılmaları, “bir ülke, bir dil” anlayışını zayıflatmış durumda. Yeni dünya düzeninde birçok kişinin birden fazla dil konuşacağı ve rutin işler için bir dilden diğerine geçiş yapacaklarına kesin gözüyle bakılıyor. Anadili
İngilizce olanlarınsa, bu çok-dilli topluma tümüyle dahil olmakta güçlük çekecekleri tahmin
ediliyor.

Gelecek Bizi Anlayacak mı?

1980’lerde, ABD’li dilbilimci Thomas Sebeok’tan, tehlikeli radyoaktif atık depo bölgelerinin
yerlerinin,  10.000 yıl sonraki nesillere kadar aktarılabileceği bir yöntem önermesi istenmişti. Böyle bir bilginin 300 nesil üzerinden aktarılabileceği  güvenli bir yöntem olmadığı sonucuna ulaşan
Sebeok, bir başka yol önerdi: Bilgi eskimeye başladıkça onu güncelleyecek bir aktarma sisteminin
geliştirilerek, bütün ilgili mesajların da yalnızca 3 nesli, yani 100 yılı hedef alacak şekilde yazılması. Pek de uzun-dönemli bir çözüm gibi görünmüyor. Ama şimdilerde bir 22. yüzyıl metniyle
karşı karşıya kalacak bir dilbilimci, metinde sözcük ya da gramer bakımından günümüzdekilerden
çok da farklı bir şey bulamasa da bu, metni anlamakta güçlük çekmeyeceğimiz anlamına gelmiyor.

Bilim Teknik Dergisi Yeni Ufuklara Dilin Serüveni Mart 2004

0 yorum:

Yorum Gönder

Reklam

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı