“Eğer ben bir sözcük kullanıyorsam” dedi Humpty Dumpty, biraz da küçümseyici bir tavırla, “hangi anlama gelmesini istiyorsam o anlamda kullanırım. Ne bir eksik, ne bir fazla!” “Ama sözcüklere bu kadar farklı anlamlar yüklemeye yetkiniz var mı?” diye sordu Alice. “Mesele, hangisinin en yetkin olduğuna karar vermekte” diye yanıtladı onu Humpty Dumpty. Alice’in kafası o kadar karışmıştı ki, ağzını açıp tek bir sözcük söyleyemedi. Humpty Dumpty devam etti: “Sözcüklerin kimi biraz kaprisli olur; özellikle yüklemler. Onlar en mağrurları. Sıfatlarla istediğini yapabilirsin, ama yüklemlerle, asla! Ama ben... ben hepsiyle başedebilirim tabii. Anlaşılmazlık! İşte söylemek istediğim bu!” “Anlayamadım, ne demek istediniz?” diye sordu yine Alice. “İşte şimdi akıllanmaya başladın” diye yanıtladı Humpty Dumpty kendinden çok memnun bir şekilde. “Demek istediğim, bu konu yetti artık!” (Alice Harikalar Diyarında / Aynanın İçinden, Lewis Carroll)
İşimiz Humpty Dumpty’e kalsaydı, bakkaldan
ekmek almakta bile zorlanacak, belki elimizde ekmek yerine iki kutu şekerle
dönecektik evimize. Ama Lewis Carroll’un dünyasından çıkıp kendi
dünyamıza döndüğümüzde, Humpty Dumpty olmasa da ‘birilerinin’
anlamlarını önceden verdiği sözcükleri kullanarak, üstelik bunları da
kuralına uygun şekilde bir güzel sıralayarak, teklemeden konuştuğumuzu,
asıl önemlisi başkalarıyla sözlü iletişim kurabildiğimizi
görüyoruz. Bizi öbür canlılardan ayıran en
önemli özelliğimiz de belki bu: Sözcüklerden oluşan bir köprüyle, bir başkasının
zihnine ulaşabilmemiz, karmaşık etkileşim ağları, toplumlar kurabilmemiz.
Bu inanılmaz beceriyi; anlamlı sözcükleri sınırsız
sayıda kombinasyonla, üstelik de ‘kuralına uyarak’ birbiri peşi sıra dizme
yetisini nasıl kazandık? Bu kurallar bütünü nasıl oluştu? “Dil” adını verdiğimiz
olgu, belki de tek bir anadille yola çıkarak günümüzde konuşulan binlerce farklı
dile nasıl ayrıştı? Ve tabii, dili/dilleri gelecekte neler bekliyor?
Zamanımızın baskın dili İngilizce, 50 yıla
kalmadan yerini belki de Çince ’ye bırakmaya hazırlanıyor. Yerel dillerin
önemli bir bölümü kaybolma yolundayken, bir yandan da yeni melez diller ürüyor.
Web sayfaları ve e-postalar, yazılı ve sözlü metinleri birbirinden daha zor ayrılır
hale getirirken, bilim dili de bir çekişmenin ortasında. Bilimin gelişmesine
paralel olarak sayıları artan alt-alan alanlar, özelleşmeye başlayan
terminolojileriyle bir yandan birbirlerinden ayrılırken, bir yandan da birbirlerine
giderek daha bağımlı hale geliyorlar.
‘DİL’ lerle konuşmak
Araştırmacılar, binlerce dünya dilini
kapsayan ve bunlar arasındaki bağlantılarla örülmüş bir sınıflandırma tablosu
oluşturabilmek için uğraşıyorlar.
Dünya dillerinin birbirleriyle bağlantıları
konusundaki tartışmalar sürüyor. Greenberg’in akademik ardılları, tarih içinde
geriye doğru iz sürerek bu dil ailelerinin atası olan ilk dillere erişebileceklerini
iddia ediyorlar.
Greenberg’in sınıflandırmasında
olduğu gibi, Arapça, Eski Mısır dili ve İbranice’nin Afro-Asya dil ailesinden
olması gibi kimi noktalarda görüş birli-ği var.
Pater’den Father’a
İçlerinde İngiliz hukukçu Sir William
Jones’un da olduğu bir grup, 1700’lerin sonlarında yaptıkları çalışmayla
Sanskritçe, Latince ve Yunanca arasında benzerlikler saptadılar ve bütün bu
dillerin ortak bir kaynaktan gelebileceğini öne sürdüler. Bu, coğrafi olarak
birbirlerinden uzak dillerin bile birbirleriyle ilgili olabileceği düşüncesini
doğurdu.
Karşılaştırmalı yöntemde araştırmacılar,
diller arasındaki bağlantıları bulabilmek için sistematik değişim örneklerine
bakarak aynı sözcüğü birçok dilde arıyorlar. Örneğin, Latince’de p harfiyle başlayan
birçok sözcüğün İngilizce’deki karşılığı f harfiyle başlar. İngilizce’deki
“father” (baba) sözcüğü, Latince’deki “pater”; balık anlamına gelen “fish”
sözcüğü de “pisces” sözcüğüne karşılık gelir. Bu yaklaşım, dillerle ilgili
derinlemesine bilgi gerektiriyor; çünkü, araştırmacıların dillerin
birbirlerinden ödünç aldıkları ve paralel olarak evrimleşmiş sözcükleri tanıyarak,
onları ayıklamaları gerekiyor. Paralel gelişen ya da evrimleşen sözcükler,
genellikle “guguk” ya da bebeklerin konuşmasından doğan “baba” gibi ses benzeşmesiyle
ortaya çıkan sözcüklerdir.
Bununla beraber, İngiltere’deki Sheffield
Üniversitesi’nden dilbilimci April McMhon, karşılaştırmalı yöntemin işlediğini
söylüyor. Bu yöntem, örneğin, Hintçe, Rusya ,İngilizce ve İran dilleri gibi bazıları
birbirinden çok uzak görünen 150 dilin dahil olduğu Hint-Avrupa dilleri arasında
yakın bağlantılar ortaya çıkardı.
Greenberg başka bir yaklaşım benimsedi. Çalışmasında
daha çok, sayı ve adılları da içeren birkaç yüz sözcüklük “çekirdek” bir sözcük
dağarcığına bağlı kalıyordu. Bunların yeni diller doğduğunda da korunduğu ve bu
sözcüklerdeki değişimlerin başka dillere temel başkalaşımlar biçiminde yansıdığını
düşünüyordu. Birçok dildeki “aynı” sözcükleri karşılaştırdı; hem bu yaklaşım,
dilleri çok iyi biliyor olmayı da gerektirmiyordu. 1950’lerde 2000 Afrika
dilini 4 sınıfa ayırdı: Hemen hemen tüm sert ve “tıkırtılı” sesleri içeren
Koisan; 1436 dili kapsayan Bantu ya da Nijer-Kongo; Eski Mısır dili, İbranice,
Arapça ve diğerlerini içeren Afro-Asya; Sudan ve Orta Afrika dillerinden oluşan
Nilo-Sahra. Birçok dilbilimci bu çabasını ayakta alkışladı; Barr “Yaptığı şey
çok heyecan verici görünüyordu; çünkü, hiç kimse bunu yapmayı başaramamıştı”
diyor.
Greenberg, dünyadaki 7000’den fazla dili
yaklaşık 17 “aile” içinde sınıflandırabileceğine inanıyordu.
Danimarkalı
dilbilimci Holger Petersen ve daha sonra da Rus dilbilimcilerin öne sürdüğü
Nostratik üst ailesinin varlığını kabullenmişlerdi. Onları n görüşüne göre
Nostratik, Hint-Avrupa, Ural (Kuzeydoğu Avrupa’da konuşulan), Kuzey Afrika ve
Sami dilleri, Dravidiyen (Güney Hindistan’dan) ve Altay (Orta Asya’dan) dil
ailelerini kapsıyordu.
Ruhlen ve diğerleri
üst aile hayaletlerinin modern sözcük dağarcıklarında ustaca gezindiklerini söylüyorlar.
Örneğin, kökeni eli temsil eden “five” (beş) sözcüğünü ele alalım. Sözcük ilk
başta eski Hint-Avrupa dilinde “penkwe”ymiş sonra “pnkwstis” olmuş ve Ural
köklü dillerde “peyngo”
ve Türkçe’nin de
dahil olduğu Altay ailesinde “p’aynga” biçimini almış. İlk-Hint-Avrupa dilinde “penkweros”
parmak, Yunanca’da “pente”, Latince’de “quinque” ve Sanskritçe’de “panca” olmuş.
Bu değişimlerden
yola çıkarak Wayne State Üniversitesi’nden Manaster Ramer, belki 12.000 yıl önce
konuşulan Nostratik’te buna karşılık gelen ilk sözcüğün “pyngo” olduğu sonucuna
varmış.
Nostratik yerine,
Ruhlen ve diğerleri bir başka ve çok benzer üst aileyi savundular; 4 yıl önce
Greenberg’in önerdiği ve İngilizce, Moğolca, Sibiryaca ve Japonca gibi ayrı
dilleri barındıran Avrasyatik. Avrasyatik
her ne kadar farklı bir dil ailesi alt grubunu barındırsa da, ikisi de
Hint-Avrupa ve Altay dillerini içerirler. Bu analizde Greenberg, ailelerdeki sözcüklerde
bulunan ince benzerliklere işaret ediyor. Örneğin, köpek ya da kurt cinsine
(canine) ait sözcükler birbirine benzer ve benzer sesle başlarlar: İlk-Hint-Avrupa’nın
eski türünde, köpek anlamı na gelen sözcük, “kwon”muş; kurt, Proto-Ural dilinde
“küjnä” ve bir Rus dili olan Gilyak’ta da köpek “qan”mış. Greenberg, Ruhlen’le
birlikte, Güneydoğ u Asya ailelerini içeren Avustrik gibi diğer üst aileleri
saptamayla da uğraştı.
Ringe “Diller,
birçoğunun kaybolmasına yetecek kadar uzun zaman önce evrimleştiler” diyor.
Ringe’e göre,
Greenberg’in işaret ettiği benzer ilk harşer, çok da önemli olmayabilir.
Uzak geçmişe
gitmek, dillerdeki değişim oranı farklı olduğu için de zor. Örneğin, İzlanda’daki
çocuklar yüzyıllar önce yazılmış bir yazıyı rahatlıkla okuyabilirken, İngiliz
çocuklar için aynı şey söz konusu değil. Bu nedenlerle, birçok tarihsel
dilbilimci, M.Ö. 5000’den önceki dil değişiklikleri verilerini kabul etmezler;
yazılı olmayan diller için de çok fazla geri gitmek konusunda emin değillerdir.
Gelen Yazanlar
Stanford Üniversitesi’nden Luigi Luca Cavalli-Sforza, genetik
yapıları benzer kişilerin, dillerini de paylaşma eğiliminde oldukları düşüncesini
ileri sürdü. Örneğin, Greenberg’in aynı gruba
dahil ettiği
Bantu dillerini konuşanlar, benzer genetik gruplardan geliyor. Cavalli- Sforza,
Amerika’da 4 genetik grup tanımlı- yor. Bu ayrılmanın ilk kolu (dolayısıyla da genetik
olarak en uzak olan) Na-Dene dillerini konuşanları, diğerleriyse Greenberg’in adlandırdığı
gibi Amerikan yerli dillerini kapsıyor.
“Genetik-dil bağlantısını
kurcaladıkça, dil ağaçlarıyla, biyolojik ağaçlar arasında
kopukluklar
bulduk” diyor Max Planck Enstitüsü’nden Bernard Comrie. Cavalli-Sforza da
benzer istisnalar buldu; örneğin, Etiyopyalı lar genetik olarak diğer Afrikalılar’a
benzer olsalar da, dilleri Orta Doğulular’ınkine yakın.
Bu farklılıkların
bir nedeni, genler ve dillerin aynı zaman çizelgesini izlemiyor oluşu olabilir.
Bir toplumda, genetik bir farklı- lığın ortaya çıkması için birçok kuşağın
gelip geçmesi gerekirken, anadil çabucak “istilacı” bir dille yer değiştirebilir.
Cape Town Üniversitesi’nden Nigel Crawhall “genlerinizi değiştiremezsiniz, ama
dilinizi değiştirebilirsiniz” diyor. Dil değişimi
yalnızca savaş
gibi olağan dışı olaylarla gerçekleşmez; Etiyopya’da olduğu gibi, ticaret ve farklı
gruplardan insanlarla yapılan evlilikler de benzer etkiyi doğurabilir.
Tüm yanıtların
anlaşılması güç de olsa, dilbilimsel tarihi anlama serüveni heyecan yaratmaya
devam ediyor.
Dilbilimciler, yok olan dilleri belgelemeye çalışırken genetikçiler veri
tabanları- nın çeşitliliğini
destekliyorlar. Ayrıca birkaç araştı rmacı, verilerini analiz etmek için yeni
yöntemler
geliştiriyor.
Örneğin Ringe, dil evrimi konusunda uygun senaryolar kuran bilgisayar destekli
dilbilim
modelleri
üzerinde çalışıyor. McMahon ve meslektaşları, evrimsel biyologlarca kullanılan
karmaşık
yöntemleri,
organizmaları gösteren ağaçları izleyerek diller arasında bağlantılar kuramaya
uyarlıyorlar. Ringe, bu yeni tekniklerin, tarihsel dilbilimcilerin her geçen yıl
sayılarının azalması eğilimini de tersine çevireceğini umuyor. Crawhall “ne de
olsa herkes dillerin birbirleriyle nasıl bağlantılı olduğunu merak ediyor”
diyor.
Köklerden Göklere
Eğer günümüzün
rahiplerinden biri, 11. yüzyıl İngilizce elyazmalarından biri olan “The Lord’s
Prayer”ı (Tanrı’ya Yakarı ş) okumaya kalksaydı, Tanrı’nın yardı mı olmadan onu
anlayamazdı! “Heofonum” (Heavens, Gökler) ve “yfele” (evil, kötü) gibi, bir şeyler
çağrıştırabilen sözcükler
dışında, metnin
büyük bölümü ona hiç bir şey ifade etmeyecekti. Hatta, metnin birebir yapılan
çevirisi sonucunda ortaya çıkan “Our daily bread give us today” (bizim günlük
ekmeğimiz bize
verin bugün) gibi gramer yapısı bilmeceden farksız
cümlelerle baş başa kalacaktı.
Araştırmacılar,
dillerin genellikle binlerce yıl içinde yavaşça evrimleştiğini
düşünseler de,
birkaç yüzyıllık bir dönemde oluşan değişimler, ortaçağdan
bu yana
bilimadamlarının kafasını karıştırdı. İngiliz yayımcıların önderlerinden
William Caxton,
600 yıllık bir metni okumaya çalıştıktan sonra 1490 yılında şu sözlerle yakınıyor:
“Kesinlikle bu, İngilizce’den çok Almanca yazılmış gibi. Anlayamadığım gibi,
anlaşılır hale de getiremedim.”
Bu tür metinlerin
karşılaştırmalı olarak incelenmesi, araştırmacılara dilin nasıl bir evrimsel
yoldan geçtiğini bulmalarında yardımcı oluyor. Dilbilimciler, yazılı tarihte,
sözcüklerin ve gramerin geçmiş 1200 yıllık evrimini inceleyerek, dillerin gelişiminin
ardındaki genel prensipleri anlamayı umuyorlar. Philedelphia’daki Pennsylvania
Üniversitesi’nden dilbilimci Anthony Kroch, dil ve dildeki değişimlerin 50.000
yıl boyunca aynı şekilde değişim gösterdiğini varsayarsak, modern dildeki değişimlerin,
erken dönemde dillerin değişerek birbirinden nasıl ayrıldığına ışık tutabileceğini
söylüyor.
Vikingler’in Sesi
Dilbilimciler,
dildeki değişimi bir paradoks olarak görüyorlar. Çocuklar, dili anne-babalarından,
onlarla iletişim kurabilecek biçimde öğreniyorlar; dilin bir şekilde değişmesi
için bir neden yok gibi
görünüyor. Ancak,
değişimin biçimi ve hızı dile göre değişse de, tarihteki metinler değişimin
yaygın olduğunu gösteriyor. Klasik bir örnek gösterirsek, 10. yüzyılda İngilizce,
günümüzde Almanca’da geçerli olan nesne-eylem yapısına sahipti. Buna göre cümleler
şu şekilde kuruluyordu: “Hans must the horse tame” (Hans zorunda atı ehlileştirmek).
1400’lü yıllardaysa, nesne-eylem yapısı İngilizce’de bildiğimiz “Hans must tame
the horse” (Hans atı ehlileştirmek zorunda) şeklinde kullanılıyordu. Almanca,
basit gramer yapısını korurken, Fransızca da İngilizce’ dekine benzer değişimi
16
yüzyılda yaşadı.
Washington
DC’deki Georgetown Üniversitesi’nden dilbilimci David Lightfoot’a göre, geniş
ölçekli dil dönüşümünü anlamanın anahtarı, bir kuşakta yayılan yeni biçimlerle,
kuşaklar boyunca oluşan büyük gramer kaymaları arasındaki bağlantı. Bu bağlantı,
ona ve birçok başkasına göre, bir dilin kazanımı demek. Çocuklar, bir önceki kuşakta
oluşan bir değişimi basitçe ileriye taşıyabilirler. Ancak, Lightfoot’a göre
bundan da önemlisi, çocukların öğrenim süreçlerine bağlı olarak
bir gramer kuralını
farklı yorumlayarak değişimlere bizzat neden olabilmeleri. Yetişkinler gibi, bir
şekilde farklı bir gramer sistemini kullanmaya başlayabilirler. Kuşaklar boyu
tekrarlanan bu durum,
dilin dramatik
bir şekilde yenilenmesine yol açabilir.
Dillerin Geleceği
Dünyadaki dil
sistemi, nüfus hareketliliği, yeni teknolojiler ve uluslararası iletişimin
artmasına bağlı olarak hızlı bir değişim sürecine girmiş bulunuyor. Bu değişikliklerin
hem yazılı hem de
sözlü iletişimi
etkileyeceği ise kesin. Gelecekte baskın hale gelen dil, belki de İngilizce
olmayacak;
çok dil bilme
gerekliliği de büyük olasılıkla artacak. Bazı diller kaybolma yoluna girerken, şehirler
ve bazı toplumsal birimlerdeyse yeni diller ortaya çıkmaya başladı bile.
Çeşitlilik Yok mu
Olacak?
Dillerden bir kısmı,
geleceğin dünya sıralamasında yüksek konumlar için birbirleriyle kapışadursun
listenin tabanındaki
üyeler için durum pek parlak değil. Birçok dilbilimciye göre, günümüzde var olan
yaklaşık 6000 dilden % 90 kadarı da kuruyup gidecek. Hem de önümüzdeki yüzyılda.
Bu, belki de her gün en az bir dilin ‘ölümü’ demek.
Birleşmiş
Milletler Çevre Programı’nın (UNEP) 2001 yılında yayımladığı bir basın
bildirisi,
şöyle bir bölüm
içeriyordu: “Bir dili ve o dilin kültürel içeriğini kaybetmek, doğal dünyayla ilgili
ve başka örneği olmayan bir başvuru kitabını kaybetmek gibi bir şeydir.”
Bildiride yerel dillerin, o bölgedeki toprak yönetimi ve kültürel yaşamla bağlantısı,
ve bu yaşam biçimini derinlemesine
anlamaya yaptığı
katkı üzerinde de duruluyordu.
Ancak, bir yandan
yerel ve görece eski diller kaybolurken, bir yandan da ortaya çıkan yeni
kentsel ve melez
dillerin, küresel çeşitliliği koruması bekleniyor. Kentler, dillerin
birbirleriyle karıştığı ve dil değişiminin hızlandığı yerler. Dünyanı n hızlı
gelişmekte olan kentsel bölgeleriyse, bu
yeni melez
dillerin üremesi için ideal koşulları sağlıyor; tıpkı İngilizce’nin, dünyanın
dört bir yanında konuşulan yüzlerce yeni biçimi gibi. Ancak, göçmen dillerinin
ayakta kalmasını sağlayan da
yine geleceğin
kentleri olacak. Etnik azınlıklar, şimdilerde büyük ölçüde kendi yurtları dışında
yaşayan insanlardan oluşuyor. Bu kişiler birlikte yolculuğa çıkıyor, aynı film
ve televizyon kanalları
nı seyrediyorlar
ve sürekli bir iletişim halindeler. Sonuçta, birçok bölgede dilin yansıttığı
toplumsal
kimlik ve ağlar,
giderek daha dağınık ve coğrafyadan da daha bağımsız duruma gelmekte.
Bu nedenle,
birbirlerinden coğrafi sınırlarla ayrı- lan lehçelerin iyice azalacak olması
da, öngörüler
arasında.
İngilizce gibi
‘büyük’ diller de bu arada, ancak üst düzey ve seçkin örneklerinin halka erişmesini
garantilemiş olan
dilbilimsel bekçilerini hızla yitirmekteler. Yeni teknoloji ve teknikler
(sözgelimi, artık
dergilerin neredeyse ev bilgisayarlarında bile düzenlenip basılabiliyor olması),
dilin “doğru”
kullanıma bakış açısının yavaş yavaş değişmesi, yayın ekonomisindeki değişiklikler
vb, standartların
bozulmasına yol açmış durumda. Yazılı dil, artık daha çok konuşmanın
ölçütlerini
yansıtıyor;
sözlükler artık en son argo sözcükleri de kapsıyor, çünkü bunlar gazetelerde
bile var. E-posta
diliyse arada. Yazılı bir dil mi sayılacak, yazıya dökülmüş konuşma dili mi?
Yoksa
yeni bir ‘gayrı resmi’
yazı türü mü?
Çok-Dilli Bir
Gelecek
Geleceğe dil açısından
bakan birçok kişiye göre, bütün dünya yakında İngilizce konuşuyor
olacak. Ancak
kökleri 19. yüzyıla dayanan bu görüş, yine birçoklarına göre de gününü geçirmiş.
İngilizce’nin,
dünyanın yeni dilbilimsel düzenini biçimlendirmede büyük rol oynayacağından kuşku
duyulmasa da, asıl etkisinin, dünyanın her yerinde iki, hatta çok dil konuşan
nesiller yaratmada olduğu düşünülüyor.
ABD’de İspanyolca
konuşanların sayısındaki artış, iki-dilliliğe doğru giden çok daha geniş,
küresel eğilimin bir
parçası. Avrupa’daysa, kuzeyden güneye uzanan bir İngilizce dalgası yayılımı
ş durumda. İsveç,
Danimarka ve Hollanda nüfusunun yaklaşık % 80’i, şimdi rahatlıkla İngilizce’yi
akıcı biçimde konuşabildiği iddiasında. Fransa, bu konuda bir geçiş
sürecindeyken İtalya, İspanya,
Yunanistan ve Portekiz’deyse
İngilizce öğrenme yarışı hız almış durumda. Bu ülkelerde öğrenci ve çalışan
kesim artık İngilizce ‘konuşur’ sayılıyor. İngilizce, artık bilgisayar gibi,
ilköğretimin bir parçası. Asya’nın birçok bölgesindeki işverenlerin gözleriyse,
artık İngilizce’nin
ötesinde;
önümüzdeki 10 yıl içinde de, zorunlu ikinci dil büyük olasılıkla Mandarin dili
olacak.
İngilizcenin yanısıra
başka temel dillerin de geleneksel sınırlarını aşarak yayılmaları, “bir ülke, bir
dil” anlayışını zayıflatmış durumda. Yeni dünya düzeninde birçok kişinin birden
fazla dil konuşacağı ve rutin işler için bir dilden diğerine geçiş yapacaklarına
kesin gözüyle bakılıyor. Anadili
İngilizce olanlarınsa,
bu çok-dilli topluma tümüyle dahil olmakta güçlük çekecekleri tahmin
ediliyor.
Gelecek Bizi Anlayacak
mı?
1980’lerde,
ABD’li dilbilimci Thomas Sebeok’tan, tehlikeli radyoaktif atık depo
bölgelerinin
yerlerinin, 10.000 yıl sonraki nesillere kadar aktarılabileceği
bir yöntem önermesi istenmişti. Böyle bir bilginin 300 nesil üzerinden aktarılabileceği
güvenli bir yöntem olmadığı sonucuna ulaşan
Sebeok, bir başka
yol önerdi: Bilgi eskimeye başladıkça onu güncelleyecek bir aktarma sisteminin
geliştirilerek,
bütün ilgili mesajların da yalnızca 3 nesli, yani 100 yılı hedef alacak şekilde
yazılması. Pek de uzun-dönemli bir çözüm gibi görünmüyor. Ama şimdilerde bir
22. yüzyıl metniyle
karşı karşıya
kalacak bir dilbilimci, metinde sözcük ya da gramer bakımından
günümüzdekilerden
çok da farklı bir
şey bulamasa da bu, metni anlamakta güçlük çekmeyeceğimiz anlamına gelmiyor.Bilim Teknik Dergisi Yeni Ufuklara Dilin Serüveni Mart 2004
0 yorum:
Yorum Gönder