Sizde de olur mu bilmem, bazı sabahlar ben, bir kâbusun tesiri altında uyanırım. Üniversitede bir sınava girmişimdir ve soruları bir türlü çözemem. O sınavı veremezsem okuldan atılacağım. Korkular içinde uyanır ve bunun bir rüya olduğunu kendime inandırmak için bir süre bekler, sakinleşmeye çalışırım.
Yirmi küsur yıldır uykularımı bölen bu kâbusun hangi ders olduğunu sanıyorsunuz? Elbette matematik... Gözlerimi açınca kendi kendime, 'sen okulu bitireli çok oldu yahu, hem üniversitede matematik yoktu ki!' deyip rahatlarım. Bu garabet, senelerdir bir türlü peşimi bırakmaz, bir süre kendini unutturur, sonra yeniden çıkar gelir. Psikiyatr dostlarım buna elbette bir ad vermişlerdir ve belki kurtulmanın çaresi vardır ama ben artık onunla yaşamaya alıştım, üstüne gitmiyorum. Hatta okul yıllarını, hocaları, arkadaşları hatırlamak için bir vesile oluyor.
Geçen hafta okulların açıldığı sabah yine bir kâbusla uyandım. Hayret, bu sefer fizikle baş edememiştim! Hiç fikrimin olmadığı konulardan çıkmış sorularla boğuştum uzun süre. Yine de bir şeyler yapmaya gayret ediyordum. Hocanın belki 'gidiş yolu'ndan puan vereceğini varsayıyordum ama durum vahimdi, okuldan atılmakla karşı karşıyaydım. Gözlerimi açtığımda koyu bir umutsuzluk vardı içimde. O sabah kızımı alıp yeni okuluna götürdüm. Okulun bahçesinde beklerken, sınıfa çıkarken aklımda hep o kör olası fizik problemleri vardı.
Bendeki bu korkunun temeli derinlerdedir. Üniversitede dört yıl güle oynaya geçen edebiyat öğrenimi bile o derin izleri, o berbat korkuları silmeye yetmedi. Bu nasıl bir eğitim sistemidir ki, insanı öcü gibi korkutur ve o korkunun izleri çeyrek asırdan fazla zaman geçtiği halde yerli yerinde durur? Bu sorunun cevabına girmeyeceğim, size bırakıyorum onu. Ben, eğitim sistemimizin başka bir yarasından söz edeceğim. Öğretememekten, anlatmakla öğretmek arasındaki farktan...
Evet, bütün öğretmenler ders anlatabilir; ama içlerinde öğretebilen pek azdır. Öğretmek bir sanattır ve bütün iyi öğretmenler, biraz sanatkârdır. Onlar, dersi anlatmaz, temsil verirler. Seslerini, beden dillerini, uzuvlarının bütün hususiyetlerini karşılarında durup kendisini izleyen 'seyirci'yi etkilemek ve onun üzerinde tesir icra etmek için kullanırlar. Hatırası olmayan hiçbir ders kalıcı değildir. Gözlerine, gönlüne ve hülyasına dokunamadığınız hiçbir öğrenciye bir şey anlatmış sayılmazsınız. Önce onların dağınık hayallerini uzaklardan toplayıp sınıfa getirmeniz, arındırmanız ve kendi meselenizle doldurmanız gerekir. Bunu da elbette sanatkârane bir tavırla, bilgiyle, metotla ve sabırla başarabilirsiniz.
Öğretmenlik yaptığım yıllarda, bazen sıraların üstüne çıkar, gezinirdim. Kürsüye çıkıp söylev verir gibi ders anlattığım olurdu. Sıra dışı davranışların öğrencilerde meydana getirdiği tesir, hayal edemeyeceğiniz kadar büyüktür. Dünyanın en zor dersi bile bir tiyatro sahnesi oynuyormuşçasına anlatılıp sevdirilebilir. Fakat bunun için öğretmeyi dert edinmiş olmanız gerekir. Ders kitabı önünüzde, düz bir metotla anlatıp geçtiğiniz hiçbir ders, ne yazık ki yarım saat sonra hatırlanmayacaktır. Bir gün, zilin çalmasına yakın, anlattıklarınızın büyüsüne kapılmış çocukların gözlerinde 'ne olur bitmesin, biraz daha uzasın!' diye bir yalvarış görürseniz, işte o zaman öğrettiğinizden emin olabilirsiniz.
Diğerlerini bir yana bıraktık, Türkçe-edebiyat dersi bile zevksiz ve korkutucu hale gelmiş durumda. Bunu başarabilmiş olmamız hakikaten takdire şayandır! Kabahati bütün bütün öğretmenlerde mi aramalıyız, bilmiyorum. Orta bire yeni başlamış bir çocuğa, ilk derste İstiklal Marşı'nın on kıtasını defterine yazdırıp yabancı kelimelerini bulduran ve ondan bu şiiri baştan sona açıklamasını isteyen bir müfredat var karşımızda. O çocukların hayalinde hangi büyülü sahneleri uyandıracak, hangi sözlerle onların hülyasına hâkim olacaksınız? Korkutup sindirebilirsiniz ama hiçbir şeyi sevdiremez ve öğretemezsiniz.
Bütün bunlar olurken, Adapazarı'nda sevgili şair kardeşim Ercan Yılmaz'ın lise bir öğrencilerine Dağlarca'nın 'Çocuk ve Allah'ından şiirler ezberleterek, daha ilk derste bir yığın güzel kitabı salık vererek işe başladığını öğrendim. O zaman dedim ki, işte budur! Çocuklarımızın kâbus görmemesi için... Nefret ettiren değil, sevdiren, sanatkârane ders anlatabilen iyi bir öğretmen... Ama onlardan kaç tane var ki?
Ali Çolak
0 yorum:
Yorum Gönder